Çark Dergi

Düşün Dergisi

Birkaç gün önce Emrah Safa Gürkan’ın çektiği Her Şeyin Şafağı videosunu izliyordum. Hocanın ve konuklarının, Graeber’ın üstüne makaleler yazdığı, kitaplarının ana tezi olarak sunduğu hayalgücü kavramının idealist bir yaklaşım olarak yorumladığını gördüm. Hayalgücü ile doğrudan bağlantılı olan ve Graeber’ın bir özgürlük türü olarak sunduğu seçim olgusunun, aldıkları temel gereği idealist ve bireyci olduğu söylendi. Graeber’i severek okuyan ve takdir eden biri olan Emrah Safa hocanın bu yorumu, açıkçası beni şaşırttı. Yine aynı videoda konuklardan biri, kendince idealist olarak yorumladığı bu durumu tarihsel olarak Anarşizm ve Marksizm’in temel farklarından biri olarak sundu. Onun perspektifinde Anarşizm idealist ve ayakları yere basmazken, Marksizm somut durumların somut tahlili üzerine işliyormuş. Bu yorum başlı başına sorunlu iken, onların buna çıkış noktası (en azından benim kendi okumalarımdan anladığım kadarıyla) yanlış. Bu metni iki temel tez üzerine kurdum. Birincisi, Graeber’ın hayal gücünden bahsederken aslında neyi kastettiği ve seçim olgusunun tarihsel bağlamı; ikincisi ise Anarşizm’in idealist olarak yanlış lanse edilmesi.

Değer Teorisi kitabında Graeber, sosyal bilimlerde farklı düşünürlerin ortaya attığı değer teorilerini analiz edip bunların eleştirisini ve sentezini vererek, kendi tabiri ile “antropolojik bir değer teorisi” oluşturmaya çalışıyor. Değer teorisi konuşulduğunda Marx’tan bahsetmemek mümkün değil. Bunun bilincinde olan Graeber, kitapta Marx’ın teorisinin derinlemesine bir analizini veriyor. Ben bu analizin hepsine değinmeyeceğim ama o analizde metnin bel kemiği olacak bir olguyu görüyoruz: “Marx’a göre insanları hayvanlardan ayıran şey, tam da insanların şeyleri özbilinçli bir tarzda üretmesidir. Bizi insan yapan şey (en azından modern, problem çözme anlamında) ‘akıl’dan ziyade hayalgücüdür,” diyor Graeber. Bu yorumu temellendirmek için Feuerbach Üzerine Tezler’e ve Alman İdeolojisi’ne başvuruyor. Marx’a göre Genç Hegelcilerin materyalizmi, insanı anlamak üzerine eksik kalıyordu çünkü incelemelerin temellerine kanlı canlı insan yerine “Zihin”, “Akıl”, “Ruh”, “İnsanlık” ya da “Ulus” gibi soyutlamaları koyuyorlardı. Feuerbach Üzerine Tezler’de kendinden önceki tüm materyalizmin sorununun, insanların özbilinçli tasarılar ile hareket edip üretim yaptığını kabul etmemesi olduğunu söylemişti Marx. Bunun yerine, onlara göre insan ihtiyaçlarına göre çevreye uyum sağlayan, fiziksel ihtiyaçlara göre hareket eden, pasif bir varlık olarak ele alınıyor. Bu bakış açısına karşı üretilen fikri Graeber şu şekilde açıklıyor: “Marx, bunun yerine bir sentez önermişti. Bu sentezde insanlar etkin, amaçlı, yaratıcı fakat aynı zamanda gerçek dünyada var olan mahluklar olarak görülüyordu. (Marx’ın başka bir metninde belirttiği gibi), bu ‘insanlar’ kendi tarihlerini yapar ama kendi seçtikleri koşullarda değil.” İnsanların kendi tarihlerini yapması, onları diğer hayvanlardan ayıran temel özellik ve bu özellik, Graeber’in Marx yorumuna göre, hayalgücünde yatıyor. Yine aynı kitapta konumunu Kapital’den bir alıntı ile güçlendiriyor:

“Emeği onu yalnızca insani diye damgalayan bir biçim içinde farz ederiz. Örümcek bir dokumacının yaptığına benzer işlemler yürütür ve arı kendi peteklerini yaparken birçok mimarı gölgede bırakır. Ne var ki en kötü mimarı, arıların en iyisinden ayıran şey, mimarın kendi yapısını gerçekte dikmeden önce kendi imgeleminde kurmasıdır” (Kapital I: 178).

Bu noktada Graeber, Marx’tan aldığı bu temeli, kendi alanı olan antropoloji ile harmanlayıp hayalgücü kavramına farklı bir boyut kazandırır. İnsanı insan kılan, onun dünyayı değiştirme potansiyeli ise ve bu potansiyel, aslında insanın materyalleri kendi perspektifinde yeniden kurgulaması ile ortaya çıkıyorsa, toplumsal ilişkileri benzer bir şekilde analiz etmek mümkündür. Ama burada bir sorun ortaya çıkıyor; kelimenin çağrışımı nedeni ile biz hayalgücünü ve hayal etmeyi bireysel bir eylem olarak algılayabiliyoruz. Graeber, tam olarak bu soruna cevap vermek için antropolojiden yararlanıyor. Anarşist Antropolojiden Parçalar ve Değer Teorisi eserlerinde Kula pratiklerinden bahseder. Kula halkası, farklı adalardaki insanların dahil olabildiği ve yine farklı adalardaki insanlar ile birbirine çeşitli metalar yolladığı bir hediye döngüsüdür. Bu pratikte verilen hediyeler, sadece meta olarak yorumlanmaz çünkü bu toplulukların kolektif hayalgücünde değer, sadece materyalin değişim değerinden gelmez; insanlar kolektif olarak metaya değer yükler. Bir meta ne kadar el değiştirirse, o meta o kadar değer kazanır. Bu pratikte materyal bir kazançtan ziyade birey toplumsal ilişkilerini güçlendirir ve statü elde eder. Burada tekrardan değer teorisine dönebiliriz. Marx’ın emek değer teorisinin temel çıkış noktası, insan emeğinin hayvan emeğinden farklı olması ve bu farkı yaratanın yine insanın kendi zihninde üretim araçlarını kurgulaması. Bunu Kula Halkası pratiği ile yeniden yorumladığında elimize şu geçiyor: Değerin yaratılması için dolaşımda olan metanın toplumsal alanda dolaşıma sokulması gerekir lakin piyasasız toplumlarda değer, para gibi bir meta ile ölçülmediği için bu değer, simgesel ve kültürel olarak kolektif hayalgücünde yaratılır. Toplumsal bağlar, bu kolektif hayalgücünü yaratır ve kolektif hayalgücü, toplumsal bağların kendini yeniden üretmesini sağlar. Antropoloji, bize farklı toplumsal formasyonların, mübadele biçimlerinin kolektif olarak hayal edilebileceğini gösteriyor.

Hayalgücünün temellerini geçtiğimize göre, özgürlüğün seçimi ve hayalgücü ile bağları üzerine konuşabiliriz zira bu konu Her Şeyin Şafağı’nda videoda bahsedildiği gibi Graeber’ın diğer eserlerinden çok farklı bir konumda değil. Özgürlüğün seçimi fikri de gayet tabii bireyci bir tını ile kulağımıza geliyor olabilir keza Graeber, bu fikri sunarken bireyin seçim özgürlüğünü dışlamaz. Ama bir önceki tartışmada gördüğümüz üzere seçim toplumlarda genelde bireysel bir şekilde işlemez zira bireyin seçim olasılıkları, toplumsal ilişkilere, dolayısı ile hayalgücüne bağlıdır. Kolektif hayalgücü (farklı bağlamlarda buna kültür de diyebiliriz), birçok toplumda yaptırım gücü olan bir otorite oluşmasın diye regülatif normlar yaratır. Yani devletsiz toplumlar, bilinçli bir şekilde devletsiz olmayı seçer. Burada seçim kavramı devreye giriyor; bu toplumlar, farklı toplumsal formasyon tahayyülleri içinden kendi işine yarayanı seçiyor. Bu seçme edimi bireyci bir tercihten ziyade kolektif bir eyleyicilik biçimidir. Yani topluluklar kendi tarihsel koşullarında ne tarz toplumsal örgütlenme altında yaşayacaklarını etkin bir şekilde belirler. Graeber, Her Şeyin Şafağı’nda bununla ilgili yeterince örnek veriyor ama ben birkaç farklı kaynaktan örnekler ile onun bu tezini desteklemek istiyorum. Devlete Karşı Toplum adlı eserinde Pierre Clastres, Güney Amerika’da yaşayan yerli bir halk olan Guayakileri inceliyor. Guayakiler hem kolektif hayalgücü hem de seçim unsurları üzerine incelenmesi çok önemli bir halk ki Graeber’ın Clastres’ten çok ilham aldığını hepimiz biliyoruz. Guayaki avcıları avları ile aralarında özel bir bağın oluştuğuna inanıyor ve eğer kendi avladıkları avı yerlerse, avın ruhunun onlara tezahür edeceğini ve bunun da onlara zarar vereceğini (hastalık, zayıflık, ölüm vs.) düşünüyorlar. Clastres, bunu hem ekonomik hem de toplumsal bir zeminden yorumluyor. Bir avcının kendi avını yememesi ya da bunu istiflememesi, tam tersine topluluk ile paylaşması hem sermayenin oluşmasını hem de otoritenin oluşmasını engeller. Bu paylaşım aynı zamanda toplumsal bağları güçlendirir ve eşitlikçi bir zemin oluşturur. Yine Guayakiler savaş zamanı konfederasyonlar ve geçici otoriteler kurması ile bilinir; yani bu toplum, aslında otorite ve hiyerarşi kavramlarının gayet bilincinde sadece gerek olmadıkça bunu seçmiyorlar. Emrah Hoca’nın sevdiği kitaplardan Tahıla Karşı ve Borç’tan örnek verebiliriz ki hocamız bu argümanın bilincindedir eminim. İki kitapta da Sümer devletlerde yaşanan isyanlardan bahsedilir, bunları farklı noktalardan ele alsalar da aynı örneği verirler. Toplumlar bilinçli bir şekilde devletin yarattığı borçtan, hiyerarşiden, şiddetten kaçıyorlardı. Bunu, göç ederek, toplumsal örgütlenmeyi yıkacak isyanlar düzenleyerek ve vergi vermeyi reddederek yapıyorlardı. Burada seçim unsurunu net bir şekilde görmek mümkün. Yine James C. Scott, Art of Not Being Governed kitabında benzer argümanları sürdürüyor. Bu örnekler bize tarihin ve insanların organizasyon biçiminin Avrupa merkezli anlatıda olduğu gibi lineer bir düzlemde incelenmemesi gerektiğini gösteriyor. Avrupa’nın bir dizi değişimden geçtiği gerçeğini ne ben ne de Graeber reddetmiyor lakin tarih ve tarih biliminin kaynakları, doğal olarak devletli (özellikle Avrasya merkezli) toplumları incelediği için devletsiz toplumların yapılarını göz ardı etme tehlikesine düşüyor. Keza Ellen Meiksins Wood ve Robert Brenner gibi tarihçiler, Avrupa içindeki dönüşümlerin (özellikle kapitalizmin) çok özgül koşulların sonucu olduğunu ve bu ekonomik modelin İngiltere dışında başka bir yerde çıkmasının mümkün olmadığını savunuyor. Bu da evrimci modelin aslında Avrupa içinde bile tam olarak uygulanamayacağını gösteriyor.

Videoda aklıma takılan bir şey daha oldu. Graeber’ın ve hatta anarşizmin bireyci bir noktada olduğu söylendi. Hatta bunun üstüne yapılan yorumlarda Graeber’ın Stirner ekolünden geldiğini falan okudum. Bu durum temel bir yanlış anlaşılmayı gösteriyor aslında ve bu yazıdaki ikinci tartışma için güzel bir alan açıyor. Anarşizm, temellerini aynı Marksizm’in aldığı gibi Fransız Sosyalizminden alır. Klasik anarşizmin bir kolu aydınlanmacı düşünceden geldiği için aslında temelinde de materyalist bir konumdadır. Tabii dönemin radikal düşünürleri bu aydınlanmacı materyalizmin farklı perspektiflerden eleştirilerini yapar (Marx, Stirner). Bu konuda klasik materyalist anarşizm hattını Proudhon’dan başlayarak Kropotkin’e, oradan da Graeber’a kadar çekebiliriz. Stirner burada ayrı bir konumda durur, onun anarşizm anlayışı Hegel ve Fransız Aydınlanması ile yüzleşmesi üzerine ortaya çıkar. Bu konuya girip konuyu çok dağıtmak istemiyorum, şunu söylemek yeterli olur: Graeber ve Stirner, iki farklı hat üzerinde konumlanmış anarşist düşünürler. Graeber, muhtemelen en çok Kropotkin’den etkilenmiştir ki bunu hem onun anarşizm anlayışında hem de direkt olarak yazılarında görebiliriz. Kropotkin, bir coğrafyacı ve zoolog olarak Anarşizm’in temellerini tarihsel ve evrimsel bir düzleme oturtur. Tarih boyunca insanların, resmi ve kurumsal toplumsal örgütlenmelerin içinde kalmasına rağmen, toplumun farklı toplumsal örgütlenmeler hayal edip, gündelik hayatta bu şekilde örgütlendiğini ve hatta bunu bilinçli bir şekilde seçtiğini gösterir Kropotkin.

Kısaca, videoda Graeber’a ve dolaylı olarak anarşizme yapılan eleştirilerin birkaç farklı noktadan yersiz ve temelsiz olduğunun kanaatindeyim. Anarşizm ve anarşistler sizi lunaparka götürür ve emin olun lunaparklar gerçektir. Lunaparkları hayal edemeyen ve hayal edenleri ütopik olarak nitelendiren insanlar için Graeber çok yerinde bir söz söylemiş:

“Lack of imagination is not itself an argument.”

Deniz Ekin Derin


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir