Aşk kişisel bir mesele midir, yoksa toplumsal düzenin bir yansıması mı?” Bu soru uzun süredir hem felsefenin hem de politikanın tartışma alanında duruyor. Sol bir çerçeveden bakıldığında cevabımız nettir: aşk politiktir. Çünkü aşk, yalnızca bireysel bir duygu değil; toplumsal koşulların, cinsiyet rollerinin, sınıfsal ilişkilerin ve ideolojik kurguların şekillendirdiği bir deneyimdir. Feminist hareketin en güçlü mottolarından biri olan “kişisel olan politiktir”, aşkı anlamak için de anahtar bir ifadedir. Aşk, bireysel tercihlerimizin ötesinde, toplumun bize sunduğu imkânlar ve sınırlar içinde yaşanır. Kiminle, nasıl, hangi koşullarda “aşık olabileceğimiz” bile toplumsal düzen tarafından biçimlendirilir. Bu yüzden aşk sanıldığının aksine yalnızca iki kişilik bir mesele değildir; toplumun kalıpları, roller, yasalar, gelenekler ve sermaye ilişkileri tarafından romantizmin gidişatı çoktan belirlemiştir.

Patriarkal düzen, aşkı da kendi mantığına göre kurgular. Aşkın kişisel sandığımız alanı, içinde yaşanılan toplumun izlerini derinden taşır. Kadınlardan çoğunlukla fedakârlık, şefkat, bakım emeği beklenirken; erkeklere sahiplenme, otorite ve güç rolü biçilir. İlişkilerdeki “duygusal emek” yükü, bu yüzden çoğu zaman kadınların sırtına bırakılır. Bu eşitsiz yapı, aşkın kendisini de adaletsiz kılar. Eşitlikten ziyade bir tahakkümün, yoldaşlıktan çok bağımlılığın yeniden üretildiği ilişkiler ağına dönülür. Aşk, bu haliyle tarafsız bir duygu değil, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeniden üretildiği bir zemindir.
Kapitalizm de aşkı kendi mantığına göre yeniden biçimlendirir, onu tüketim çarkının bir parçası haline getirir. Sevgililer günü kampanyaları, evlilik ritüelleri, pahalı hediyeler ve romantik klişeler; hepsi bize aşkı, tüketerek, satın alarak, belirli bir tüketim pratiği üzerinden yaşamamızı öğütler. Romantik idealler filmlerle, reklamlarda ve popüler kültürle süslü bir şekilde paketlenir. Kapitalizm için aşk, bir meta, bir pazar alanı ve aile kurumu üzerinden işleyen bir düzenin devam aracıdır. Böylece aşk, özgür bir deneyim olmaktan çok, ideolojik bir kuşatma altına girer. En mahrem göründüğü yerde dahi sistemin sürekliliğine hizmet eden bir ideolojik aygıta evrilir.
Ancak aşkı yalnızca zincirlerin toplamı olarak görmek eksik kalır. Sol perspektif aşkı eleştirel bir gözle değerlendirirken onun özgürleştirici potansiyelini de görür. Aşk, aynı zamanda zincirleri kırma ihtimalini de içinde barındırır. Eşitlik, dayanışma ve yoldaşlık temelinde kurulan ilişkiler, mevcut düzenin dayattığı hiyerarşileri kırma gücüne sahiptir. Sevgi, yalnızca iki kişi arasında değil, aynı zamanda iki özgürlük arayışının kesişim noktası haline de gelebilir. Bu noktada aşk, kapitalizmin ve patriarkanın sınırlarına karşı bir direniş biçimi olabilir.

Sonuçta aşk, bireysel bir duygu gibi görünse de hiçbir zaman apolitik değildir. Sol bir bakışla aşk, hem sistem tarafından şekillendirilen hem de dönüştürücü olabilen bir pratiktir. Onu nasıl yaşadığımız, toplumsal düzeni yeniden üretmeye mi yoksa ona meydan okumaya mı hizmet edeceğini belirler. Sanıyorum ki ‘’devrimci’’ aşk, eşitliğin, dayanışmanın ve özgürleşmenin filizlendiği yerde başlar. Ve belki de asıl sorulması gereken soru şudur: Biz aşkı, kapitalizmin ve patriarkanın diliyle mi yaşayacağız, yoksa özgürleşmenin bir parçası haline mi getireceğiz?
Bir yanıt yazın