10. Marx ve Devlet
“Saf sovyet sistemi”nin (Almanya’da yaygın olan bir ifade) doğrudan savunucuları bile, çoğunlukla, çağdaş Bolşevizmin yöntemlerinin esasen hizmet ettiği davanın bir azınlık diktatörlüğünün örgütlenmesi olduğunu fark etmezler. Aksine, genellikle işe samimiyetle çoğunluğun gerçek iradesini en iyi şekilde ifade edebilecek siyasal araçları aramakla başlarlar. Evrensel oy hakkı aracını reddettikten sonra — çünkü bu araç aradıkları çözümü sağlamıyor gibi görünür — ancak o zaman “sovyetizm”e ulaşırlar.
“Radikal solcular”ın “sovyetizm”e olan aceleci yönelimlerinde psikolojik olarak en karakteristik şey, kitlelerin tarihsel ataleti üzerinden atlama arzularıdır. Ancak mantıklarına egemen olan düşünce, sovyetlerin yeni, “nihayet keşfedilmiş” bir siyasal biçim oluşturduğudur. Onlara göre bu, proletarya sınıf egemenliğinin özgül aracı olduğu gibi, demokratik cumhuriyet de burjuvazinin egemenliğinin özgül aracıdır.
İşçi sınıfının, burjuvazi egemenliğinin aldığı biçimlerden ilkesel olarak bütünüyle farklı toplumsal biçimleri kullanarak iktidara gelebileceği düşüncesi, devrimci emek hareketinin ilk günlerinden beri vardır. Bu fikri, örneğin, Chartist hareketin öncüllerinden olan inşaat işçisi James Morrisson ile onun arkadaşı dokumacı James Smith’in korkusuz propagandasında buluruz. O dönemin ileri işçileri henüz siyasal iktidarın ele geçirilmesi gerektiği fikrini yeni yeni kavrarken ve bu uğurda evrensel oy hakkını kazanmaya çalışırlarken, Smith 12 Nisan 1834 tarihli The Crisis adlı gazetesinde şunları yazıyordu:
“Gerçek bir Avam Kamarası’na sahip olacağız. Şimdiye kadar hiç Avam Kamarası’na sahip olmadık. Gerçek Avam Kamarası, Birlikler Meclisi’dir ve bu henüz oluşmaya başlıyor. Sendikalar örgütlendiğinde yeni bir tür seçim bölgesi doğacak: her meslek bir seçim bölgesi olacak ve her meslek kendi işlerini yürütecek temsilciler konseyine sahip olacak. Şu anki ‘avam’ımız halkın çıkarlarını bilmiyor ve umursamıyor… Reform edilmiş Parlamento’nun itibarı artık lekelenmiştir ve bir kadının kaybolmuş itibarı gibi kolayca geri kazanılamaz. Onun yerini Birlikler Meclisi alacak.” [1]
Morrison ise 31 Mayıs 1834 tarihli The Pioneer yayınında şöyle yazıyordu:
“Sendikaların artan gücü ve artan zekâsı, düzgün biçimde yönetildiklerinde, ülkenin tüm ticari çıkarlarını kendi girdabına çekecek ve böylece, kendi kendine kazanılmış bu önemle, devletin siyasal organı içinde çok etkili, neredeyse diktatoryal diyebileceğimiz bir unsur haline gelecektir. Bu gerçekleştiğinde, istediğimiz her şeye ulaşmış oluruz: Evrensel oy hakkını kazanmış oluruz; çünkü eğer her sendika üyesi bir seçmense ve sendikanın kendisi de devletin canlı bir unsuru haline gelmişse, o zaman kendiliğinden, şu anki Avam Kamarası’nın yerini alacak bir Birlikler Meclisi’ne dönüşür ve sanayi işlerini, sanayi birliklerini oluşturan mesleklerin iradesine göre yönetir… Bizim için evrensel oy hakkı localarımızda başlayacak, genel sendikaya yayılacak, meslek yönetimini kapsayacak ve sonunda siyasal gücü yutacaktır.” [2]
“Sendika” sözcüğünü “Sovyet” ile, “temsilciler konseyi”ni “yürütme komitesi” (ispolkom) ile, “Birlikler Meclisi”ni “Sovyet Kongresi” ile değiştirirseniz, üretici hücreler temelinde kurulu “Sovyet sistemi”nin bir taslağını elde etmiş olursunuz.
Proletarya diktatörlüğünü sendika temelli anlayışa göre kavrayan bu yaklaşıma karşı yaptığı polemikte, daha sonra Chartist hareketin başına geçen B. O’Brien şunları yazmıştır:
“Evrensel oy hakkı, siyasetle ilgilenmek değil; halkın devlet ve belediye düzeyinde egemen olması demektir, dolayısıyla işçi lehine bir hükümet demektir.” [3]
1848’de Marks ve Engels’in ortaya koyduğu komünizm — bilimsel sosyalizm — özellikle İngiltere’deki devrimci emek hareketinin deneyimlerine dayanarak, proletaryanın devlet iktidarını fethetme sorununu akılcı bir demokrasinin örgütlenmesiyle özdeşleştirmiştir.
Komünist Manifesto şöyle diyordu: “İşçi sınıfı devriminin ilk adımı proletaryanın egemen sınıf konumuna yükseltilmesi, demokrasinin fethidir.”
Press enter or click to view image in full size

Lenin’e göre, Manifesto bu sorunu “halen son derece soyut biçimde ve oldukça genel düşünce ve ifadeler kullanarak” ortaya koymaktadır (Devlet ve Devrim, s. 29, Rusça baskı). Devlet iktidarının fethi sorunu 18 Brumaire’de daha somut biçimde ele alınır. Bu somutlaştırma, Paris Komünü deneyimi sonrası kaleme alınan Fransa’da İç Savaş’ta tamamlanır. Lenin’e göre, bu gelişim süreci içinde, Marks, Bolşevizmin bugün temelini oluşturan proletarya diktatörlüğü anlayışına yönelmiştir.
1852’de, On Sekizinci Brumaire’de Marx şöyle yazdı:
Her önceki devrim, devlet mekanizmasını parçalamak yerine daha mükemmel bir hale getirdi.
1871’in 12 Nisan’ında, Kugelmann’a yazdığı bir mektupta, devrim sorununa dair görüşünü şu şekilde formüle etti:
Eğer On Sekizinci Brumaire’imin son bölümüne bakarsan, Fransız Devrimi’nin bir sonraki girişiminin, şimdiye dek olduğu gibi bürokratik ve askerî makineyi bir gruptan diğerine devretmekle sınırlı kalmayacağını, fakat onu parçalamak olacağını söylediğimi göreceksin. Bu, Kıta’daki herhangi bir gerçek halk devriminin ön koşuludur. İşte bu, kahraman Parisli yoldaşlarımızın girişimini oluşturan şeydir.
Bu ruhla, Marx, Fransa’da İç Savaş’ta Komün’ün: “sadece sınıf egemenliğinin monarşik biçimini değil, bizzat sınıf devletini bastıracak bir cumhuriyet” olduğunu ilan etti.
Peki o halde Komün neydi?
O, askerî ve bürokratik devlet aygıtını yok ederek demokratik bir devletin etkin ve rasyonel kuruluşunu gerçekleştirme girişimiydi. O, tamamen halkın iktidarına dayanan bir devlet kurma girişimiydi.

Marx, bürokrasinin, polisin ve daimî ordunun yıkılmasından; bütün görevlilerin seçilebilirliğinden ve geri çağrılabilirliğinden; yerel yönetimde mümkün olan en geniş özerklikten; tüm iktidarın halkın temsilcilerinin elinde merkezileştirilmesinden (böylelikle hükümetin yasama ve yürütme bölümleri arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak “konuşan parlamentoyu” bir “çalışan kuruma” dönüştürmekten) söz ettiği sürece; Komün’ü savunurken bunların tümünden bahsettiği sürece, Marx, Komünist Manifesto’da sunduğu toplumsal devrim anlayışına sadık kalır; bu anlayışta proletarya diktatörlüğü “demokrasinin fethi” ile özdeşleştirilir. Bu nedenle, yukarıda alıntılanan Kugelmann’a mektubunda, “bürokratik ve askerî makinenin yıkımı”nın “Kıta’daki herhangi bir gerçek halk devriminin ön koşulu” olduğunu vurguladığında, kendisiyle tamamen tutarlı kalır.
Bu noktada, Marx ve Engels’in 1848 olaylarından çıkardıkları deneyimi, Herzen’in vardığı sonuçlarla karşılaştırmak ilginçtir. Fransa ve İtalya’dan Mektuplar’ında, Herzen şöyle yazıyordu:
“Evrensel oy hakkı, devletin monarşik örgütlenmesiyle birlikte bulunduğunda, anayasal biçimlerin savunucuları tarafından övülen o saçma güçler ayrılığıyla birlikte bulunduğunda, temsilde dini bir anlayışla birlikte bulunduğunda, tüm devletin bir kabinenin elinde polis merkezileşmesiyle birlikte bulunduğunda — o zaman evrensel oy hakkı bir göz yanılmasıdır ve Hristiyanlığın vaaz ettiği eşitlik kadar değeri vardır. Yılda bir kez toplanıp bir vekil seçmek ve sonra evinize dönüp yönetilenlerin pasif rolünü sürdürmek yeterli değildir. Tüm toplumsal hiyerarşi evrensel oy hakkına dayanmalıdır. Yerel topluluk kendi yönetimini seçmeli ve bölge (il) kendi yönetimini seçmelidir. Bakanlık yağlama gizemiyle kutsallaştırılmış tüm prokonsüller ortadan kaldırılmalıdır. Ancak o zaman halk, tüm haklarını etkili bir şekilde kullanabilir ve temsilcilerini merkezi bir parlamentoya akıllıca seçebilir.”
Burjuva cumhuriyetçileri ise tam tersine, “şehirleri ve belediyeleri yürütme gücüne tamamen bağımlı tutmak istediler ve evrensel oy hakkı demokratik fikrini yalnızca tek bir sivil eyleme uyguladılar.” (Hertzen, Eserler, Pavlenkov baskısı, cilt 5, s.122–123).
Başka bir deyişle, Hertzen, Marx gibi, gerçekten demokratik bir cumhuriyet adına sahte-demokratik burjuva cumhuriyetini kınadı. Ve Hertzen gibi, Marx da evrensel oy hakkına karşı çıktı; çünkü o, sadece “devletin monarşik örgütlenmesine” eklenmiş yanıltıcı bir ekten ibaretti, geçmişin bir mirasıydı. Marx ona karşı çıktı çünkü devlet örgütlenmesinin yukarıdan aşağıya evrensel oy hakkına ve halk egemenliğine dayanmasını savunuyordu.
Marx’ın fikri hakkında yorum yaparken Lenin gözlemler (Devlet ve Devrim, sayfa 367, Rusça baskı):
Bunu 1871’de, İngiltere hâlâ saf kapitalist bir ülke örneği iken, askerî bir makine olmadan ve büyük ölçüde bürokrasi olmadan tasavvur etmek mümkündü. Bu nedenle Marx, İngiltere’yi dışladı; burada, halk devrimi olsa bile, devlet makinesinin yıkılmasını ön koşul olarak gerektirmeden bir devrim düşünülebilir ve mümkündü, çünkü mevcut makine tamamen hazırdı.
Ne yazık ki Lenin, Marx’ın sınırlamalarıyla ortaya koyduğu tüm soruları düşünmeden bu noktayı geçmeye acele etti.
Lenin’e göre Marx, halk devriminin mevcut hazır devlet makinesini parçalamaya ihtiyaç duymayacağı bir durumu kabul etti. Bu, devlet makinesinin Kıta’daki tipik askerî ve bürokratik karakteri taşımadığı ve dolayısıyla gerçek bir halk devrimi tarafından kullanılabileceği durumlarda söz konusuydu. Kapitalizm çerçevesi içinde ve buna rağmen, askerî ve bürokratik makinenin bastıramadığı bir demokratik öz-yönetim aygıtının varlığı açıkça istisnaiydi. Bu durumda, Marx’a göre halk devrimi, o aygıtı basitçe ele geçirip onu mükemmelleştirmeli ve böylece devrimin yaratıcı amaçları için en iyi kullanabileceği devlet biçimini gerçekleştirmeliydi.”
Marx ve Engels’in İngiltere’de barışçıl bir sosyalist devrimin teorik olarak mümkün olduğunu kabul etmeleri boşuna değildir. Bu teorik olasılık, Britanya Devleti’nin o dönemde sunduğu ve mükemmelleştirilebilecek demokratik karaktere dayanmaktaydı.
O zamandan bu yana çok şey değişti. İngiltere’de, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, emperyalizm, “askerî ve bürokratik devlet makinesini” şekillendirdi; bu makinenin yokluğu, Anglo-Sakson ülkelerinin siyasi evrimi ile kapitalist devletin genel tipi arasındaki farkı oluşturan genel bir özellikti. Günümüzde, bu özelliğin en genç Anglo-Sakson cumhuriyetlerinde bile — Avustralya ve Yeni Zelanda’da — korunup korunmadığı şüphelidir. Lenin haklı olarak şöyle der: “Bugün, hem İngiltere’de hem de Amerika’da herhangi bir gerçek ‘halk devriminin’ ön koşulu, ‘mevcut hazır devlet makinesinin’ parçalanması, kırılmasıdır.”
Bu teorik olasılık gerçekte ortaya çıkmamıştır. Ancak Marx’ın böyle bir olasılığı kabul etmiş olması, bize onun görüşünü açıkça göstermektedir ve keyfi yorumlara yer bırakmamaktadır. Marx’ın On Sekizinci Brumaire’de ve Kugelmann’a yazdığı mektupta “devlet makinesinin yıkımı” olarak tanımladığı şey, burjuva demokrasisinin monarşiden devraldığı ve burjuva sınıfının iktidarını pekiştirme sürecinde mükemmelleştirdiği askerî ve bürokratik aygıtın yıkımıdır. Marx’ın akıl yürütmesinde, devlet örgütünün kendisini yıkmak veya devrim dönemi boyunca, yani proletarya diktatörlüğü sırasında, devleti, devletin ilkelerine ters bir sosyal bağ ile değiştirmek gibi bir öneri yoktur. Marx ve Engels, böyle bir değişimi yalnızca devletin ve toplumsal zorlamanın tüm işlevlerinin “aşamalı çürümesi” sürecinin sonunda öngördüler. Bu çürümenin, sosyalist rejimin uzun süreli varlığının bir sonucu olmasını öngördüler.
Engels’in 1891’de, Fransa’da İç Savaş’a yazdığı önsözde yazdıkları boşuna değildir:
Gerçekte devlet, bir sınıfın diğerine baskı aracı olarak kullandığı bir makineden başka bir şey değildir; ve demokratik cumhuriyette de, monarşide de aynıdır; en iyi ihtimalle, proletarya sınıf üstünlüğü için zafer kazandıktan sonra miras aldığı bir kötülüktür; ve proletarya, tıpkı Komün gibi, bu kötülüğün en kötü yanlarını en erken zamanda ortadan kaldıracaktır; ta ki yeni ve özgür sosyal koşullar altında yetişen bir nesil, devletin tüm gereksiz artıklarını hurda yığınına atabilecek duruma gelene kadar.
Bu yeterince açık değil mi? Proletarya, demokratik devletin “en kötü yanlarını” ortadan kaldırır (örneğin: polis, daimî ordu, bağımsız bir varlık olarak bürokrasi, aşırı merkezileşme vb.) Ama demokratik devleti kendisi olarak bastırmaz. Tam tersine, demokratik devleti yaratır; böylece “parçalanması gereken askerî ve bürokratik devlet” yerine geçer.
Şüphe götürmez bir gerçek varsa, o da partimiz ve işçi sınıfının ancak demokratik cumhuriyet gibi bir siyasi rejim altında iktidarı kazanabileceğidir. Bu rejim, gerçekten de proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir; bunu Fransız Devrimi göstermiştir.
İşte Engels’in Erfurt Programı taslağına yönelik eleştirisinde kendini ifade etme biçimi budur. Orada bir “sovyet” cumhuriyetinden (tabii ki terim o dönemde bilinmiyordu) ya da “devlet”e karşı bir komün-cumhuriyetten söz etmez. Smith ve Morrisson ile Fransız sendikacılar tarafından hayal edilen “sendika cumhuriyetinden” de söz etmez. Engels açık ve net biçimde, demokratik cumhuriyetten, yani tepeden tırnağa demokratikleştirilmiş bir devletten, “proletarya tarafından miras alınan bir kötülükten” söz eder.
Bu o kadar açık ve net ifade edilmiştir ki, Lenin bu sözleri alıntıladığında, anlamlarını gizlemek zorunda kalmıştır.
Engels — diye yazar — burada özellikle vurgulu bir biçimde, Marx’ın tüm çalışmalarında bir kırmızı iplik gibi akan temel fikri tekrar etmektedir: Demokratik Cumhuriyet, proletarya diktatörlüğüne en yakın olandır. Böyle bir cumhuriyet, sermayenin egemenliğini en azından ortadan kaldırmadan ve dolayısıyla kitlelerin ezilmesini ve sınıf mücadelesini bertaraf etmeden, bu mücadelenin öylesine bir genişlemesine, yoğunlaşmasına ve gelişmesine yol açar ki, ezilen kitlelerin temel çıkarlarının tatmin edilmesi fırsatı doğar doğmaz, bu fırsat kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya diktatörlüğü biçiminde, yani bu kitlelerin proletarya tarafından yönlendirilmesi biçiminde gerçekleşir.(4)
Ancak Engels, Lenin’in yorumlarında olduğu gibi, “diktatörlüğe en yakın” bir siyasi formdan söz etmez. Engels, diktatörlüğün gerçekleştirilebileceği tek “özgül” siyasi formdan söz eder. Engels’e göre diktatörlük, demokratik cumhuriyette inşa edilir. Lenin ise demokrasiyi yalnızca sınıf mücadelesini keskinleştiren bir araç olarak görür; böylece proletaryayı diktatörlük sorunuyla yüzleştirir. Lenin’e göre demokratik cumhuriyet, proletarya diktatörlüğünde son bulur; onu doğurur, ama tesliminde kendini yok eder. Engels ise, proletarya demokratik cumhuriyet içinde iktidarı ele geçirip diktatörlüğünü gerçekleştirdiğinde, bu cumhuriyeti pekiştirecek ve ona gerçekten, temelden ve tamamen demokratik bir karakter kazandıracaktır. Bu nedenle Engels ve Marx, 1848’de, “proletaryayı iktidar sınıfı konumuna yükseltme” eylemini “demokrasinin fethi” ile özdeşleştirmiştir. Bu nedenle, Fransa’da İç Savaş’ta Marx, Komün deneyiminde halk iktidarının ilkelerinin: evrensel oy hakkı, tüm görevlilerin seçilebilirliği ve geri çağrılabilirliği, total zaferini kutlamıştır. Bu nedenle Engels, 1891’de Fransa’da İç Savaş’a yazdığı önsözde yeniden şöyle yazmıştır:
Devletin ve devlet organlarının toplumun hizmetkarı olmaktan, toplumun efendisi haline dönüşmesi — tüm önceki devletlerde kaçınılmaz olan bir süreç — karşısında Komün iki kusursuz yöntem uyguladı. Birincisi, tüm idari, yargı ve eğitim işlevlerini evrensel oy hakkıyla seçilen kişilere emanet etti ve seçmenlerinin kararıyla onları herhangi bir zamanda geri çağırma hakkını kendisinde tuttu. İkincisi, tüm görevliler, yüksek veya düşük, yalnızca diğer işçi kategorilerinin aldığı ücreti aşmayan maaşlarla ödendi.
Böylece, evrensel oy hakkı, devletin “toplumun hizmetkarından onun efendisine dönüşmesine” karşı bir “kusursuz yöntem”dir. Böylece, ancak proletarya tarafından ele geçirilen ve temelde demokratik bir cumhuriyet biçimini almış devlet gerçek bir “toplum hizmetkarı” olabilir.
Açık değil mi ki, Engels böyle konuştuğunda ve aynı zamanda böyle bir demokratik cumhuriyeti proletarya diktatörlüğü ile özdeşleştirdiğinde, bu terimi bir hükümet biçimini göstermek için kullanmamaktadır; devlet iktidarının toplumsal yapısını göstermek için kullanmaktadır? Kautsky, Proletarya Diktatörlüğü’nde, Marx için böyle bir diktatörlüğün “bir hükümet biçimi değil, onun doğasıyla ilgili” olduğunu vurguladığında, tam olarak bunu ifade etmektedir. Herhangi başka bir yorum, Marx’ın Paris Komünü’nün proletarya diktatörlüğünün bir tezahürü olduğunu söylemesi ile Paris Komünarları tarafından kurulan total demokrasiyi vurgulaması arasında bariz bir çelişki görünümü doğurur.
Lenin’in metni, bilimsel sosyalizmin yaratıcılarının bakış açısıyla gerçekten temas kurmaya izin verdiğinde, proletarya diktatörlüğünün basitleştirilmiş bir anlayışının ötesine geçtiğini, onu iktidarın diktatoryal örgütlenme biçimleriyle sınırlamadığını ve terime belirli bir “siyasal yapı” anlamı yüklemediğini göstermektedir. Yukarıda alıntılanan Devlet ve Devrim’de Lenin, “proletarya diktatörlüğü” ile “bu kitlelerin proletarya tarafından yönlendirilmesi” arasında bir eşittir işareti koyar. Bu denklem tamamen Marx ve Engels’in görüşüne uygundur. Marx, Paris Komünü altında proletarya diktatörlüğünü tam olarak bu şekilde temsil etmiştir:
“Bu, işçi sınıfının açıkça sosyal inisiyatif gösterebilecek tek sınıf olarak kabul edildiği ilk devrimdi, Paris orta sınıfının büyük çoğunluğu — esnaf, tacirler, tüccarlar — hariç, yalnızca zengin kapitalistler dışında.”
Kapitalizmle mücadele eden işçi sınıfının hegemonyasını büyük halk kitlesinin gönüllü kabulü, “proletarya diktatörlüğü” olarak adlandırılan “siyasal yapının” temelini oluşturur. Benzer şekilde, halk kitlelerinin burjuvazinin hegemonyasını gönüllü olarak kabul etmesi, Fransa, İngiltere ve ABD’de var olan siyasal yapıyı “burjuvazinin diktatörlüğü” olarak tanımlamamıza olanak verir. Burjuvazi, yönettiği köylülere ve küçük burjuvaziye evrensel oy hakkı tanıyarak onlara egemenlik görünümü sunmayı uygun bulduğunda, bu diktatörlük ortadan kalkmaz. Benzer şekilde, Marx ve Engels’in aklındaki proletarya diktatörlüğü yalnızca halkın egemenliğine dayanarak ve dolayısıyla evrensel oy hakkının en geniş ölçüde uygulanması temelinde gerçekleştirilebilir.(5)
Bu nedenle, Marx ve Engels’in proletarya diktatörlüğü, demokratik cumhuriyet ve “kötülük olan devlet” konusundaki görüşlerini ele aldığımızda, şu sonuca varmak zorundayız: Marx ve Engels’e göre, proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirme sorunu, demokratik parlamenterizmin varlığına rağmen burjuva devleti yöneten bürokratik-askerî makinenin yıkımıyla bağlantılıdır.
Marx ve Engels’e göre, proletarya diktatörlüğü sorunu, samimi ve total demokrasiye, evrensel oy hakkına, en geniş yerel öz-yönetime dayalı bir devletin kurulmasıyla bağlantılıdır ve bunun sonucu olarak, proletaryanın nüfusun çoğunluğu üzerindeki etkili hegemonyasının varlığı ortaya çıkar. Bu bağlamda, Marx ve Engels, 1793’ün Mountain’ı ve O’Brien Okulu Chartistleri’nin siyasi geleneğini sürdürmekte ve genişletmektedir.
Bununla birlikte, Marx ve Engels’in eserlerinde başka fikirlerin izlerini bulmak da mümkündür. Bu fikirler, proletaryanın siyasi iktidarını somutlaştırabilecek biçimlerin ve hatta kurumların, burjuvazinin siyasi iktidarını somutlaştıran biçimlere ve kurumlara temel olarak karşıt ve devletin kendisine karşıt bir karakter kazandığını öne süren tezlere işaret ediyor gibi görünmektedir.
Bu fikirler özel bir döngüye aittir ve ayrı bir incelemeyi hak etmektedir. Bunlarla bir sonraki bölümde ilgileneceğiz.
11. 1871 Komünü
Marx, yazılarında Komünü ele aldığında, yalnızca proletarya diktatörlüğü hakkındaki görüşlerini anlatamazdı. Ayaklanmanın birçok düşmanı vardı. Yapılması gereken ilk şey, Komün’ü düşmanlarının iftiralarına karşı savunmaktı. Bu durumun, Marx’ın Mart 1871 olaylarını yaratan hareketin slogan ve fikirleriyle ilgilenme biçimini etkilemesi doğaldı.
18 Mart 1871’de silahlı halkın Paris’i ele geçirmesine yol açan devrimci patlama, şiddetli bir sınıf mücadelesinin ifadesi olduğu için, büyük kentin demokratik-cumhuriyetçi nüfusu ile özellikle kırsal bölgelerdeki muhafazakâr nüfus arasında bir çatışmayı da provoke etti.
Önceki yirmi yıl boyunca, Fransa’nın “geri kalmış” köylüleri, İkinci İmparatorluğun aşırı bürokratik merkezileşmesini destekleyerek devrimci ve cumhuriyetçi Paris’in ezilmesine yardımcı olmuşlardı. Bunun sonucu olarak, Versailles’de oturan ulusal temsilcilere karşı Paris demokrasisinin isyanı, başlangıçta belediyesel özerklik mücadelesi olarak ortaya çıktı. [6]
Bu durum sayesinde, Paris Komünü idari merkezileşmeye karşı ve geniş yerel özerklikten yana olan birçok burjuva radikali tarafından sempati kazandı. Bir süreliğine, 1871 Paris Komünü’nün bu yönü, en önde gelen Komünarların bile hareketlerinin gerçek doğasını ve tarihsel anlamını görmesini engelledi.
Anarşist Guillaume, L’Internationale adlı uluslararası anı kitabında, isyan patlak verdikten hemen sonra Jura Federasyonu’nun delegesi Jacquault’u Paris’e gönderdiğini anlatır; amacı, Jurassianların evrensel bir sosyal devrimin başlangıcı olarak gördüğü ayaklanmaya en iyi şekilde nasıl yardım edilebileceğini öğrenmektir. Jura’daki insanlar, delegelerinin en etkili “sol” Fransız Uluslararası militanı E. Varlin’in tamamen anlayışsız bir raporla dönmesi karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Görünüşe göre Varlin’e göre ayaklanmanın amacı tamamen yereldi — Paris için belediye özgürlüklerini elde etmekti. Varlin’e göre, bu özgürlüklerin kazanılması, Avrupa’nın geri kalanında herhangi bir sosyal veya devrimci etki yaratması beklenmiyordu. (L’Internationale, Souvenirs, cilt II, s.133.)
Bu durum, yalnızca Komün’ün ilk günlerinde söylenmiş olabilir. Kısa süre sonra devrimlerinin tarihsel kapsamı, Paris proletaryasına görünür hale gelmeye başladı. Bununla birlikte, Komün’ün, amaçlarını yalnızca belediye özerkliği ile sınırlamak isteyen burjuva kavramlarından tamamen kurtulamadığı da doğrudur.
İşte Komünarların zihnindeki bu ideolojik belirsizlik, Marx’ın daha sonra Kugelmann’a yazdığı mektupta eleştirdiği konudur. Bu mektupta Marx, Londra’daki Komünar mülteciler tarafından kendisine karşı düzenlenen bir gösteriden söz eder ve 1871 devriminin “onurunu kurtaran” kişinin kendisi olduğunu hatırlatır. Marx, Komün’ün tarihsel anlamını ortaya koyarak Komün’ün onurunu kurtarmıştır; bu anlamı Komünar savaşçılar kendileri fark etmemişti.
Ancak Komün, burjuva radikalizminin yanı sıra diğer ideolojilerden de etkilenmişti. Ayrıca, genel Fransız işçi sınıfı hareketinde birleşen Anarşist Proudhonculuk ve Hébertian Blanquism’in izlerini taşıyordu. Bu düşünce akımlarının temsilcileri, Paris Komünü’nde, demokratik burjuvazinin koymak istediği içerikle tam zıt bir içerik aramışlardı. Sosyal devrimci ve burjuva radikal görüşleri arasındaki görünüşteki benzerlik, yalnızca her iki tarafın da İkinci İmparatorluğun bıraktığı devlet aygıtının bürokratik ve merkezileştirici eğilimlerine karşı ortak bir tutum almış olmasından kaynaklanıyordu.
Komün’den önceki son birkaç yıl içinde, Fransız Blanquistler kendi ülkelerinin emekçi halkıyla bazı temaslar kurmayı başardılar. Burjuva Jakobenizminin etkisinin (ve Baboeuf okulunun etkisinin) ötesine kısmen geçmeyi başardılar. 18. yüzyıl devrim mirasından siyasi ilham almaktan vazgeçmeseler de, Blanquism’in en etkin temsilcileri, Jakoben demokrasi biçimleri ve devrimci diktatörlük konusunda daha temkinli hale geldiler. Kendi dönemlerinin proletarya hareketi için, Fransız Devrimi sans-culotte’larının aşırı Sol’u olan “Hébertist”lerin devrimci geleneğinde ideolojik bir dayanak aramaya çalıştılar.
1793–1794 yıllarında, Hébert ve yandaşları, Paris banliyölerinin gerçek sans-culotte’ları arasında destek buldular ve bu insanların belirsiz sosyal ve devrimci umutlarını yorumlamaya çalıştılar. Bu destek sayesinde Hébertistler, Paris Komünü’nü merkezi hükümet üzerinde baskı uygulayabilecekleri bir araç haline getirmeye çalıştılar. Silahlı halkın doğrudan yardımıyla Hébertistler, 1794 Paris Komünü’nü toplam devrimci güce sahip bir merkez haline dönüştürmek istediler. Robespierre henüz Komünü, Hébertistleri ezip liderlerini giyotine göndererek, ikincil bir idari mekanizma seviyesine düşürmemişken, 1794 Komünü gerçekten Paris sans-culotte’ları arasında aktif devrimci unsurları temsil ediyordu; bu unsurlar Komün’ü seçmişti. O zamana kadar, kentin yoksul kitlelerinin, geri kalmış siyasi kavramlara sahip kırsal ve taşra Fransası üzerinde diktatörlüklerini dayatma içgüdüsünü somutlaştırıyordu. [7]
Mülksüz kitlelerin devrimci iradesinin ve doğrudan devrimci eyleminin aracı olarak Komün, demokratik devletten farklı olarak, İkinci İmparatorluğun son yıllarında genç Blanquistler için siyasi ideal haline geldi. [8]
18 Mart Devrimi sırasında, bir başka siyasi eğilim, Anarko-Proudhoncularınki, görünür hale geldi. Bu eğilim, “Hébertian” akımıyla yan yana hareket ediyor, zaman zaman onunla karışıyordu. Her iki eğilim de Komün’de bir devrim kaldıracı gördü. Ancak Proudhoncular için Komün, siyasi ve özellikle devrimci bir örgüt olarak görünmüyordu; yani, siyasi ve daha az çok demokratik olan Devlet’e karşı, Paris’in Fransa üzerindeki diktatörlüğü yoluyla etkili itaat elde edecek bir örgüt değildi. Proudhoncular, vatandaşların bir aygıta tabi kılınması temelinde kurulmuş her türlü Devlet biçimine, “yapay” — yani siyasi — bir oluşum olarak karşı çıktılar; bu, halk temsilinin yanıltıcı görünümü altında bile geçerlidir. Akıllarındaki “Komün”, üreticilerin “doğal” sosyal örgütlenmesiydi.
Onların bakış açısına göre, Komün yalnızca Devlet’in üzerinde yükselmek veya onu kendi diktatörlüğüne tabi kılmakla kalmamalıydı. Ayrıca Devlet’ten ayrılmalı ve Fransa’daki tüm 36.000 komünü (şehirler ve köyler) aynı şekilde hareket etmeye davet ederek Devlet’i parçalamalı ve yerine özgür bir komünler federasyonu ikame etmeliydi.
“Paris ne istiyor?” diye sordu La Commune 19 Nisan’da ve kendi sorusunu şu şekilde yanıtladı:

Komün’ün mutlak özerkliğinin Fransa’daki tüm yerel alanlara genişletilmesi; her yere kendi haklarını, her Fransız vatandaşına bir insan, vatandaş ve işçi olarak yeteneklerini ve kapasitelerini tam olarak kullanabilme imkânı sağlanması.
Komün’ün özerkliği, anlaşmaya katılan tüm komünlerin eşit özerkliğine ilişkin hakla sınırlı olacaktır. Böyle bir birliktelik, Fransız birliğini güvence altına alacaktır.
Bu tutumdan mantıksal olarak, Proudhon-Bakuninist ruhuna uygun federalist bir program ortaya çıktı; bu program, komünler arasındaki tek bağ olarak gönüllü ve esnek bir anlaşmayı tanıyor ve genel bir devlet yönetim mekanizmasının karmaşık yapısını dışlıyordu. Komünarlar, “Federalistler” olarak adlandırıldıklarında oldukça memnun oldular.
18 Mart’ta — diye yazdı Komün üyesi Bakuninist Arthur Arnoult (Popular History of the Commune, s.243) — halk, kısır döngüden kaçmanın gerekli olduğunu, yapılacak işin yalnızca efendileri değiştirmek değil, artık hiç efendi olmamak olduğunu ilan etti. Gerçeğin mucizevi bir şekilde tanınmasıyla, hedefe giden tüm yolları kullanarak, halk Komün’ün özerkliğini ve komünler federasyonunu ilan etti.
…İlk kez, bireyin ve topluluk veya meslek gruplarının gerçek bağımsızlığını güvence altına alan gerçek kuralları, adil ve normal yasaları yorumlayacak ve farklı homojen gruplar arasında bir bağ kuracak; böylece, aynı anda, güç içeren bir birlik… ve tüm özgün üretim ve ilerleme kapasitelerinin sonsuz gelişimi için gerekli özerklik sağlanmış olacaktı.
Bu komünal federalizm, Anarko-Proudhonculara, üreticilerin ekonomik ilişkisinin doğrudan ifadesini bulacağı örgütlenme gibi görünüyordu.
Her özerk grup — diye sürdürüyor Arnoult — komünal veya meslek grubu olarak, koşullara bağlı şekilde, kendi çerçevesi içinde sosyal sorunu, yani mülkiyet, emek ve sermaye ilişkisi vb. sorunlarını çözmek zorunda olacaktır.
Şuna dikkat edin: “komünal veya meslek grubu, koşullara bağlı şekilde.” Federalist-Komünar bakış açısı, 1833’te Morrisson ve Smith’i “House of Trades” formülüne götüren bakış açısına oldukça yakın bir yaklaşım sergiler; bu bakış açısı, yirminci yüzyılın başında Georges Sorel, Edmond Berth, Di Leone ve diğerlerinin modern devletteki “yapay” alt bölümlerin yerine “doğal” meslek (korporatif) hücrelerinin federasyonu doktrinini doğurmuş; 1917–1919’da ise “sovyet sistemi” kavramını yaratmıştır.
“Komünal gruplar,” diye yorumluyor Arnoult daha sonra, “eski siyasi örgütlenmeye karşılık gelir. Meslek grubu ise sosyal örgütlenmeye karşılık gelir.” Böylece komünal örgütlenme, Devlet ile “meslek federasyonu” arasında bir geçiş işlevi görecekti.
Bu “siyasi” örgüt ile “sosyal” örgüt arasındaki karşıtlık, proletarya tarafından “Devlet mekanizmasının yok edilmesinin”, üreticiler arasında “doğal” ilişkilerin hemen yeniden kurulmasını sağlayacağını varsayar; bu ilişkiler, ancak siyasi normlar ve kurumlar dışında kendini gösterebilir. Bu karşıtlık, Komünarların arasında tercih edilen sosyal-devrimci eğilimlerin temelini oluşturuyordu.
Sosyalistlerin savunduğu ve güçlü, merkeziyetçi bir iktidardan, ne kadar demokratik olursa olsun, korkunç sarsıntılar, yıkıcı, acı verici ve zalim bir mücadele olmadan elde edemeyecekleri her şey; komünal özgür grup ve federasyon ilkesinin basit gelişimi yoluyla, düzenli, kesin ve şiddetsiz olarak elde edilecektir.
Bu sorunların çözümü yalnızca federatif bağlarla birleştirilmiş meslek ve üretici gruplara ait olabilir ve dolayısıyla şimdiye kadar kapital ile emeğin karşıtlığını baskı yoluyla sürdürmüş, ikincisini birincisine tabi kılmış, hükümet ve idari — yani siyasi — zincirlerden bağımsız olurlar. (Aynı yer, s.250, Rusça çeviri.)
İşte, Komünarların en ileri görüşlüleri — o dönemin Fransız proletaryasının sosyal-devrimci sınıf hareketine en yakın savaşçılar — 1871 Komünü’nün özünü ve kapsamını böyle tasavvur ettiler.
Charles Seignobos, Commune hakkında (Lavisse ve Rambaud tarafından hazırlanan History of the 20th Century’deki notunda) devrimcilerin başlangıçta amaçladıkları şeyi — Fransa’da iktidarı ele geçirmeyi — bıraktıklarını ve Paris’in özerk komünü davasına katıldıklarını, çünkü kendilerini Fransa’nın geri kalanından izole bulduklarını ve savunmaya geçmek zorunda kaldıklarını belirttiğinde açıkça yanılıyor. Bu son durum yalnızca Komün’ün gelişiminde Anarko-Federalist fikirlerin zaferini kolaylaştırdı. Eğer Komünarlar programında, Hébertistlerin Komün’ü Fransa’nın diktatörü olarak görme anlayışı Proudhon’un apolitik federasyon fikrine yer verdiyse, bu, Paris ile Versailles arasındaki mücadelenin sınıfsal karakterinin açığa çıkmasındandır. O dönemde, Paris’in küçük sanayilerindeki proletaryanın sınıf bilinci, tamamen toplumsal düzeydeki “doğal” üretici birlik ile Devlet içindeki “yapay” üretici birliği arasındaki ideolojik karşıtlık etrafında şekillenmişti. Başlangıçta, Varlin’in Komün’ü tamamen demokratik radikalizm olarak sunduğunu gördük. 23 Mart 1871’de Uluslararası’nın Paris şubesi şunu ilan etti:
“Komün’ün bağımsızlığı, serbestçe tartışılmış maddeleriyle sınıf karşıtlığını ortadan kaldıracak ve sosyal eşitliği sağlayacak bir sözleşmenin garantisidir.”
Bu şunu ifade eder: Devlet ve onun uyguladığı zorlayıcı güç çöktükten sonra, toplum üyeleri arasında ekonomik karşılıklılığa dayalı basit, “doğal” bir sosyal bağ yaratmak mümkün hale gelir. Ve bu bağı gerçekleştirecek çerçevenin Komün olacağı öngörülmüştür.
Bildiri devam ediyor: “İşçilerin özgürlüğünü talep ettik ve Komün delegasyonu bu özgürlüğün garantisidir. Çünkü her vatandaşa haklarını savunma, çıkarlarını yöneten yetkililerin eylemlerini etkili biçimde denetleme ve sosyal reformların kademeli uygulanmasını belirleme imkânı sağlayacaktır.”
Buradan görülüyor ki, işçilerin birliği olarak düşünülen Anarşist fikirdeki Komün — yani üreticilerin birliği, Devlet içindeki vatandaş birliğine karşıt olarak — bildiride, modern Devletin prototipi olan siyasi bir Komün fikriyle yer değiştirmiştir; burada çıkarların temsil edilmesi ve sosyal ihtiyaçların karşılanması, modern Devletin karmaşık mekanizmasında olduğu gibi (ama daha ilkel bir biçimde) uzmanlaşmış işlevler haline gelmektedir.
P. Lavrov bunu oldukça iyi anlamıştır. Paris Commune adlı kitabında (sayfa 130, Rusça baskı) şöyle belirtir:
19. yüzyıl boyunca, komünün çıkar birliği, sınıflar arasındaki artan mücadele karşısında tamamen yok olmuştur. Ahlaki bir varlık olarak komün hiç var olmamıştır. Her komünde (belediyede) proletarya ve büyük burjuvazi karşı karşıya gelmiş, mücadele küçük burjuvazinin birçok grubunun varlığı ile daha da karmaşıklaşmıştır. Bir an için, Paris, Bordeaux ve Versailles Meclislerine duyulan ortak bir öfke ile birleşmişti. Ama geçici bir duygu, bir siyasi rejimin temeli olamaz.
Lavrov ekler (s.167):
Sosyal devrime yol açacak rejimin etkin özerk temeli, hiç de eşitsizliği, asalaklar ve emekçiler arasındaki karmaşayı kabul eden siyasi komün değildir. Bunun yerine, her türden işçiyi sosyal devrim programı etrafında birleştiren ortak sorumlu bir grup oluşturmaktadır.
Lavrov, “iki kavramın karışıklığından” söz eder: Orta Çağ’da ideal olarak özerk siyasi komün (belediye), burjuvazinin tarihinin ilk evrelerinde kendini sağlamlaştırdığı ve güçlendiği yapıdır.
Proletaryanın özerk komünü ise, ekonomik zafer sağlandıktan ve topluluk içinde sosyal dayanışma kurulduktan sonra ortaya çıkacak, sermayenin işçiyi sömürüsü sürdüğü sürece var olması mümkün olmayan bir yapıdır.
Komünal özerklik taleplerinin analizinde, Paris Komünü’nün sosyalistlerin temel problemi — emek ile sermaye arasındaki mücadele — ile bayraklarına yazdıkları “özgür komün” sloganı arasındaki ilişkiyi görmek gerekir.
Lavrov’un belirttiği paradoks şudur:
Kapitalist düzenin sosyalist düzene dönüştürülmesinin imkânı, ancak daha veya az gelişmiş bir sosyalist ekonomi tarafından sağlanabilecek bir sosyal formun varlığına bağlıdır. Bu karışıklık, Anarşistlerin tipik özelliğidir. Özel mülkiyetin temelinin yok edilmesi ve doğal ekonominin sosyalist ekonomiye dönüştürülmesi, bir örgütün — Devletin — üreticinin üzerinde yükselmesine gerek olmadığını gösterir; Anarşistler bundan, “Devletin yıkımı”nın, “komünler” halinde ayrılmasının sosyal dönüşüm için ön koşul olduğunu çıkarırlar.
Komünarların ideolojisinde Proudhoncu, Hébertist ve burjuva özerkçi fikirlerin bir yan yana gelmesi vardır. Tartışmalarında, siyasi “komün” — burjuva toplumunun evriminden doğan bölgesel birim — ile “korporatif” komün — işçilerin özgür birlikleri — arasında rahatça geçiş yaparlar; bu, Engels’in öngördüğü gibi sosyalist düzen kurulduğunda ve bir ya da iki kuşağın kolektif çabası Devletin kademeli erimesini mümkün kıldığında sosyal grubun ortaya çıkacağını ifade eder.(9)
Dunoyer’in ilginç açıklaması (Versailles Ulusal Meclisi tarafından Komün düşüşünden sonra atanan soruşturma komisyonuna ifade veren tanıklardan biri, Lavrov s.166) şu sonucu verir:
Komünalist fikirler, işçilerin zihninde, yalnızca kendi savaş örgütlerinin biçimlerini topluma taşımaya yönelik bir girişimi temsil ediyordu.
“1871’de, Uluslararası içindeki işçilerin bölümlere ve bölüm federasyonlarına ayrılması, komün fikrinin Fransa’da yayılmasına katkıda bulunan unsurlardan biriydi.” Uluslararası, “hazır bir örgütlenmeye sahipti; burada ‘Komün’ kelimesi ‘Bölüm’ kelimesiyle eş anlamlıydı ve komünlerin federasyonu, bölümlerin federasyonundan başka bir şey değildi.”
Bu ifade, 1830 İngiliz sendikacılarının parlamenter burjuva Devleti yerine “Federasyon of Trades” önermelerine yapılan atıflarla karşılaştırılabilir. 20. yüzyılda Fransız sendikacılarının benzer tezlerini de hatırlayalım. Günümüzde işçiler, keskin devrimci aşamadaki sınıf mücadelesinde savaş örgütleri olarak bildikleri sovyet fikrine yönelirler.
Tüm “komün” tezlerinde tekrarlayan bir nokta vardır: Toplumu sosyalizm yönünde dönüştürmek için “Devlet”i reddetme eğilimi.
Buna karşılık, 1848’den bu yana gelişen Marksizm özellikle şunu vurgular:
Babeuf ve Blanqui geleneğine uygun olarak, Marksizm (doğal olarak proletarya tarafından ele geçirildikten sonra) devleti bu dönüşümün başlıca kaldıracı olarak kabul eder. Bu nedenle 1860’larda Anarşistler ve Proudhoncular, Marx ve Engels’i “Devletçi” olarak suçlamışlardır.
Peki, Paris Komünü’nün deneyimi sırasında, proletarya ilk kez sosyalist “diktatörlüğü” gerçekleştirmeye çalıştığında Marx ve Engels’in tutumu ne olmuştur?
12. Marx ve Komün
Proudhoncular ve Anarşistler, ekonomi incelemelerine pek düşkün değillerdi. Üretim araçlarının işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesinden sonra ne olacağını, oldukça naif, neredeyse çocukça bir basitlikle kavrıyorlardı. Kapitalizmin, üretim ve dağıtım araçlarının yoğunlaşması için öylesine devasa bir aygıt yarattığını; bu araçlara el koyabilmek için işçi sınıfının, daha önce sermayenin egemenliği altında bulunan tüm ekonomik alanı kapsayacak etkin bir idari mekanizmaya ihtiyaç duyacağını fark etmiyorlardı. Toplumsal devrim sonucunda ortaya çıkacak dönüşümün muazzamlığı ve karmaşıklığına dair hiçbir fikirleri yoktu. Ve ancak bu cehalet yüzündendir ki, “özerk” üretim birimlerine dayalı özerk bir “komün”ü böyle bir dönüşümün kaldıracı olarak tasavvur edebildiler.
Marx, Paris Komünü’nü doğuran harekette Anarko-Proudhonculuğun baskın rolünü çok iyi biliyordu. Engels’e yazdığı 30 Haziran 1866 tarihli bir mektupta, alaycı bir biçimde “Proudhoncu Stirnercilik”ten söz eder. Bu akım, “her şeyi küçük gruplara ya da komünlere ayrıştırma, sonra da bunların bir tür birlik oluşturmasını bekleme eğilimindedir — ama elbette, devlet biçiminde değil.” (Mektuplaşmalar, Cilt III)

1871’de ise Marx’ın karşısında çok daha acil bir görev vardı: Paris Komünü’nü, onu kan içinde boğan düşmanlarına karşı savunmak. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirme yönündeki ilk girişimini, Komün biçiminde meşrulaştırmak gerekiyordu. Eğer Paris Komünü dışsal güçler tarafından ezilmemiş olsaydı, bu girişim işçileri başlangıç hedeflerinin ötesine taşır, enerjilerini kısıtlayan ve içeriklerini çarpıtan dar ideolojik sınırları yıkardı.
Dolayısıyla, Marx’ın Komün’ün savunusu sırasında, sosyalizmin özerk şehir ve kır komünleri çerçevesinde gerçekleşip gerçekleşemeyeceği sorusunu bile gündeme getirmemesi anlaşılırdır. Çünkü o dönemdeki işbölümü, ekonomik merkezileşme ve üretim araçlarının ulaştığı güçlü gelişme düzeyi karşısında bu soruyu ortaya atmak bile, özerk komünün “sosyal sorunu çözebileceği” iddiasının kesin olarak reddi anlamına gelirdi.
Aynı şekilde, Marx’ın şu soruyu da bilerek atladığını anlıyoruz: Federalist bir komünler birliği, kapitalizmin o zamana dek alışılmış ölçekte yürüttüğü sistematik toplumsal üretimi güvence altına alabilir miydi? Yine Marx’ın, toplumsal devrimin en ciddi sorunlarından biri olan “şehir ile kır arasındaki ilişki”ye sadece yüzeysel biçimde değindiğini ve yalnızca şu iddiayı –herhangi bir kanıt göstermeden– ortaya koyduğunu görüyoruz: “Komünal Anayasa (örgütlenme), kırsal üreticileri bölgelerinin merkez kentlerinin entelektüel önderliği altına alacak ve burada, onların doğal savunucularını işçiler içinde bulmalarını sağlayacaktır.” Peki, böylesi bir federasyon, şehirlerin ülkenin ekonomik yönelimini belirlemesine izin verirken, sosyalist ekonomiyi özerk komünler çerçevesinde tutmak mümkün olabilir miydi? Marx bu soruları “erteleyebilirdi.” O, bu meselelerin toplumsal devrim sürecinde kendiliğinden çözüleceğini, aynı zamanda da işçilerin zihinlerinde başat olan Anarko-Komünalist hayallerin süreç içinde dağılacağını varsayabilirdi.
Fakat Marx sadece bu çelişkiler karşısında sessiz kalmadı. Tartışmasız bir biçimde, onları çözmeye de girişti: Komün’ü, “emeğin ekonomik kurtuluşunu mümkün kılacak nihayet keşfedilmiş politik biçim” olarak tanıdı. Böylece de, toplumsal devrimin kaldıracının yalnızca devlet iktidarının fethi olabileceği yönündeki kendi ilkesine ters düşmüş oldu.
“Komünal Anayasa” — diyordu Marx — “şimdiye dek toplumun serbest hareketini sömüren ve sürekli takip eden asalak tarafından emilen güçleri, toplumsal organizmaya geri kazandıracaktı.” (Fransa’da İç Savaş)
Komün’ün varlığı, doğal olarak, yerel belediye özgürlüğüne yol açıyordu; fakat artık bu, devlet iktidarına karşı bir denge unsuru olarak değil, çünkü devlet iktidarı o andan itibaren işlevsiz hale gelmişti. (Vurgu bize ait.)
Böylece, Marx’ın Kugelmann’a yazdığı mektupta sözünü ettiği “devletin bürokratik ve askeri makinesinin yıkılması,” fark edilmeden, toplumsal idarenin hizmetinde herhangi bir zor aygıtı da dahil olmak üzere, her türlü devlet iktidarının ortadan kaldırılması anlamına gelmeye başladı. “Modern devletin iktidarının” — yani Kıta Avrupası tipindeki devletin — yıkımı, devletin kendisinin yıkımı haline geldi.
Burada, Marx’ın, Komün’ün zayıf noktalarını, Komün zafer kazanmış karşı-devrim tarafından ezilirken sessizlikle örtbas etmeye imkân tanıyan kasıtlı bir belirsizlik mi söz konusuydu? Yoksa Komün bayrağı altında harekete geçen Paris proletaryasının güçlü devrimci dalgası, Marx’a, Proudhoncu kökenli bazı fikirleri kabul edilebilir mi kıldı? Her ne olursa olsun, bir gerçek vardır: Bakunin ve arkadaşları, Marx’ın Fransa’da İç Savaş eserinde kendilerinin çizdiği toplumsal devrimci yolu onayladığı sonucunu çıkardılar. James Guillaume da anılarında (The International, Cilt II, s.191) şu memnuniyetle belirtir: Komün üzerine değerlendirmesinde, Fransa’da İç Savaşın yayımlandığı Genel Konsey (International’ın Genel Konseyi), Federalistlerin bakış açısını tamamen benimsemiştir. Ve Bakunin zaferle ilan etti: “Komünalist devrim o kadar büyük bir etki yarattı ki, Komün tarafından tüm fikirleri altüst edilen Marxistler, mantıklarına ve gerçek eğilimlerine rağmen ayaklanma önünde eğilmek ve onun hedeflerini ve programını sahiplenmek zorunda kaldılar.” Bu sözler abartıdan tamamen azade değildir. Ama içinde bir hakikat payı da vardır.
İşte Marx’ın proletarya ayaklanması yoluyla devletin yıkılması ve Komün’ün inşası üzerine bu çok da kesin olmayan görüşleridir ki, Lenin’in, ortaya koyduğunu iddia ettiği yeni toplumsal-devrimci doktrinin temeli olarak kabul ettiği. Lenin, Marx’ın bu görüşlerinin üzerine Anarko-Sendikalist bir şablon oturtur: devleti, proletaryanın diktatörlüğü ele geçirmesinin doğrudan sonucu olarak yıkılmış tasvir eder; devleti, 1871’de Komün biçiminde cisimleşmiş ve bugün “sovyetler” tarafından temsil edilen o “nihayet keşfedilmiş politik biçim”le ikame eder. Çünkü Lenin’e göre, “1905 ve 1917 Rus devrimleri, farklı koşullarda ve farklı ortamlar altında Komün’ün işini sürdürmekte ve Marx’ın tarih analizini doğrulamaktadır.” (Devlet ve Devrim, s.53, Rusça metin).
Nitekim daha 1899’da, ünlü Sosyalizmin İlkeleri adlı eserinde Eduard Bernstein, Fransa’da İç Savaşta Marx’ın Proudhon’a doğru bir adım atmış göründüğünü kaydeder: “Marx ile ‘küçük burjuva’ Proudhon arasında bütün farklılık noktalarına rağmen, bu konuda düşünce akımlarının mümkün olduğunca birbirine yaklaştığı doğrudur.” Bernstein’ın bu sözleri Lenin’i öfke krizine sürükler. “Korkunç! Gülünç! Dönek!” diye haykırır Lenin, ve bu vesileyle Plekhanov ve Kautsky’yi de, polemiklerinde Bernstein’in kitabındaki bu “Marx’ı Bernstein tarafından çarpıtma”yı düzeltmedikleri için azarlamış olur.(10)
Ama Lenin aynı gerekçeyle “Spartakist” Franz Mehring’e de saldırabilirdi; hiç kuşkusuz Marx’ın en iyi öğrencisi ve yorumcusuydu. Mehring, Karl Marx: Yaşamının Tarihi (Leipzig, 1918) adlı eserinde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde şöyle der:
Komün üzerine Marx’ın bazı argümanları ne kadar dahiyane olursa olsun, bunlar bir ölçüde, Marx ve Engels’in çeyrek yüzyıl boyunca savunduğu ve daha önce Komünist Manifesto’da formüle ettiği görüşlerle çelişmektedir.
Bu görüşlere göre, “devlet” diye adlandırılan siyasal örgütün çözülmesi, kuşkusuz, yaklaşan proletarya devriminin nihai kazanımları arasında yer alır. Bu çözülme ilerleyici bir çözülme olacaktır. Söz konusu örgütün başlıca amacı her zaman, silahlı güçlerin yardımıyla, ayrıcalıklı bir azınlığın çalışan çoğunluğu ekonomik olarak ezmesini güvence altına almak olmuştur. Ayrıcalıklı azınlığın ortadan kalkması, baskı aracı olan silahlı güce — yani devlet iktidarına — duyulan ihtiyacı da ortadan kaldıracaktır. Fakat aynı zamanda Marx ve Engels, bunun gerçekleşmesi için — ve hatta daha da önemli sonuçların elde edilebilmesi için — işçi sınıfının önce örgütlü devlet iktidarını ele geçirmesi, bu iktidarı kapitalistlerin direnişini ezmek ve toplumu yeni bir temelde yeniden kurmak için kullanması gerektiğini vurgulamışlardır. Paris Komünü’nün asalak devleti yıkmakla işe başlamasını öven Genel Konsey’in abartılı övgüsünü, Komünist Manifesto’da ortaya konan görüşlerle bağdaştırmak zordur. (s.460, vurgu bize ait)
Ve Mehring ekler: “Bakunin’in öğrencilerinin, Genel Konsey’in bu bildirgesini kendi tarzlarında kullandıklarını kolayca tahmin edebiliriz.”
Mehring’in kanaati şudur: Marx ve Engels, Fransa’da İç Savaş’ta ortaya koydukları tezlerle daha önce devlet iktidarının fethi sorunu etrafında geliştirdikleri yöntem arasında bir çelişki bulunduğunu açıkça gördüler. Şöyle yazar: “Dolayısıyla, Marx’ın ölümünden sonra Engels Anarşist eğilimlerle mücadele etme fırsatını bulduğunda, en azından kendi adına, bu çekinceleri reddetti ve Manifesto’da bulunan eski görüşleri bütünüyle yeniden benimsedi.”
Peki Manifesto’da bulunan “eski görüşler” nelerdir? Şunlardır:
İşçi sınıfı, burjuvazi tarafından biçimlendirilmiş devlet aygıtını ele geçirir.
Bu aygıtı tepeden tırnağa demokratikleştirir. (Bkz. Manifesto’ya göre işçi sınıfının iktidarı ele geçirdiğinde uygulaması gereken acil önlemler.) Böylece, daha önce azınlık tarafından çoğunluğu ezmek için kullanılan bu makineyi, çoğunluğun azınlık üzerinde uyguladığı bir zor aygıtına dönüştürür; amacı çoğunluğu toplumsal eşitsizlik boyunduruğundan kurtarmaktır. Bu da Marx’ın 1852’de yazdığı gibi, yalnızca bürokratik, polis ve askerî tipteki mevcut devlet makinesini “ele geçirmek” değil, aynı zamanda bu makineyi parçalamak ve onun yerine, proletaryanın önderliğinde halkın özyönetimi temelinde yeni bir aygıt inşa etmek anlamına gelir.
Lenin, **Fransa’da İç Savaş**’ta bulunan belirsiz formülleri kendi lehine kullandı. Bu formüller, Genel Konsey’in (Hébertçiler ve Proudhoncular tarafından yönlendirilen) Komün’ü düşmanlarına karşı savunma zorunluluğundan doğmuştu. Ancak bu formüller, Marxistlerin ileri sürdüğü “siyasal iktidarın fethi” tezi ile Anarşistlerin benimsediği “devletin yıkılması” fikri arasındaki farkı neredeyse tamamen ortadan kaldırdı.
1917 Ekim Devrimi arifesinde Lenin, karşısında bulunduğu sosyalist partilerin uyguladığı cumhuriyetçi demokratizme karşı mücadelesinde bu formülleri öylesine etkili kullandı ki, **Devlet ve Devrim** adlı eserinde, Komün üyelerinin tümünün (Jakobenler, Blankiciler, Hébertçiler, Proudhoncular ve Anarşistler) kafalarında taşıdığı kadar çok çelişkiyi bir araya getirmiş oldu. Nesnel olarak bu zorunluydu (Lenin’in kendisi bunun farkında değildi kuşkusuz). Çünkü birkaç yandaş tarafından kontrol edilen, eski askerî-bürokratik devlete yapısal olarak çok benzeyen yeni bir devlet aygıtı yaratma girişimi, kitlelere — ki o sırada devrimci bir heyecan içindeydiler — şu şekilde sunulmalıydı: eski devlet aygıtının yıkımının ardından baskı ve disiplinin en aza indirgendiği bir toplumun doğuşu ve nihayetinde devletsiz bir toplumun başlangıcı.(11)
Devrimci kitleler yüzyıllık eski devlet boyunduruğundan kurtuluşlarını “Kronstadt özerk cumhuriyetleri” kurarak ve “işçi denetimi” gibi Anarşist deneylere yönelerek ifade ettikleri anda, “proletaryanın ve en yoksul köylülerin diktatörlüğü” (aslında proletaryanın ve en yoksul köylülerin sözde “gerçek” temsilcilerinin diktatörlüğü; yani Bolşevik Komünizmin seçkinleri) kendisini ancak böyle Anarşist ve anti-devletçi bir ideolojiye bürünerek pekiştirebilirdi. “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı, o dönemde devrimci halk kesimlerini harekete geçiren eğilimi mistik bir biçimde ifade etmek için en uygun araç oldu. Bu slogan devrimci halka iki çelişkili hedef sundu:
1. Sömürücü sınıfları ezmek için bir aygıt yaratmak;
2. Aynı zamanda sömürülenleri, bireylerin ya da grupların iradesini toplumsal bütünün iradesine tabi kılmayı öngören her türlü devlet aygıtından kurtarmak.
Batı Avrupa’da (1919) görülen “Sovyet mistisizmi”nin kökeni ve anlamı da farklı değildir.
Rusya’da ise “Sovyet Devleti”nin evrimi, “şeylerin yönetimi”ne karşı “kişilerin yönetimi”ne dayanan; “öz-yönetim” yerine “yönetim”e, yurttaş yerine memura (bürokrata) dayanan yeni ve son derece karmaşık bir devlet makinesi yaratmıştır. Bu çelişkiler, kapitalist sınıf devletini karakterize eden çelişkilerden farklı değildir.
Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan ekonomik gerileme, bütün ülkelerde ekonomik yaşamı basitleştirdi. Bu basitleşmenin sonuçlarından biri, kitlelerin bilincinde üretimin örgütlenmesi sorununu gölgelemesi, onun yerine dağıtım ve tüketim sorununu öne çıkarmasıdır. Bu olgu, işçi kitlelerinde şu yanılsamaların yeniden doğmasına yol açar: devlet yardımıyla üretim araçlarını doğrudan doğruya tek tek işçi gruplarına devrederek (“işçi denetimi”, “doğrudan toplumsallaştırma” vb.) ulusal ekonomiye el koymanın mümkün olduğu yanılsaması.
Bu tür ekonomik yanılsamaların yarattığı zeminden, işçi sınıfının özgürlüğünün devletin fethiyle değil, devletin yıkılmasıyla gerçekleşebileceği yolundaki yanlış inanç yeniden doğar. Bu inanç, devrimci işçi hareketini, 1871 Komünü döneminde olduğu gibi, kafa karışıklığına, belirsizliğe ve düşük ideolojik seviyeye geri iter.
Bir yandan bu yanılsamalar, sosyalist proletaryanın bazı aşırı grupları tarafından manipüle edilir. Öte yandan, bu grupların kendileri de bu yanılsamaların kölesidir. Bu ikili etkinin baskısı altında, bu azınlıklar gerçek bir sınıf diktatörlüğünün gerçekleşmesiyle ilgili zorluklardan kaçmanın pratik yollarını ararlar — ki bu zorluklar, söz konusu sınıfın savaş sırasında birliğini yitirmesi ve devrimci amaçlarla hemen mücadeleye girişememesi yüzünden daha da büyümüştür. Özünde, devletin yıkılması yolundaki bu Anarşist yanılsama, bütün devlet zorunu bir azınlığın elinde toplama eğilimini gizler. Bu azınlık, ne devrimin nesnel mantığına, ne de proletarya çoğunluğunun sınıf bilincine (kaldı ki ulusal çoğunluğun bilincine) güvenmektedir.
Dolayısıyla “Sovyet sistemi”nin eski burjuva devrim biçimleriyle kesin bir kopuş anlamına geldiği iddiası, aslında bir örtüdür. Bu örtünün ardında — dış koşulların zorlamasıyla ve proletaryanın içsel yapısı nedeniyle — yeniden harekete geçirilen yöntemler, burjuva devrimlerini karakterize eden yöntemlerdir. Ve bu devrimler her zaman, “bilinçsiz çoğunluğa dayanan bilinçli bir azınlığın” iktidarının, aynı konumdaki başka bir azınlığa devredilmesiyle gerçekleşmiştir.
Dipnotlar
1. Alman edisyonunun 265. sayfasında M. Beer’in *History of British Socialism* adlı eserinde aktarıldığı gibi.
2. M. Beer, sayfa 266.
3. M. Beer, sayfa 266. *Poorman’s Guardian*, 7 ve 21 Aralık 1833’ten alınmıştır.
4. *Devlet ve Devrim*, sayfa 66, Bölüm IV.
5. Bilindiği gibi, 1903’te George Plekhanov, devrimci proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirdiğinde, burjuvaziyi tüm siyasi haklardan (oy kullanma hakkı dahil) mahrum bırakmasının gerekebileceğini belirtmiştir. Ancak Plekhanov’a göre bu, proletarya diktatörlüğünün bir olasılığı, bir ihtimalidir. Ben, *The Struggle Against Martial Law within the Social-Democratic Labor Party of Russia* adlı broşürümde, Plekhanov’un sözlerini yalnızca mantıksal soyutlamada geçerli bir örnek olarak sunulmuş şeklinde yorumlamaya çalıştım ve bu nedenle onun “Devrimin güvenliği en üstün yasadır ve her türlü diğer dikkate alınacak şeyin önündedir” tezini göstermek için kullandığını belirttim. O sırada Plekhanov’un, iktidarı ele geçirdikten sonra, sosyalizm için ekonomik olarak olgun ülkelerin proletaryasının, halkın yönlendirmesini gönüllü olarak kabul etmesiyle yetinemeyecekleri, aksine burjuva azınlığa zorla siyasi hakları tanımamak durumunda kalacakları bir durumda olacağını öngördüğünü sanmadığını düşündüm. Bana özel bir konuşmada Plekhanov, sözlerime bu yorumu yüklememe itiraz etti. O zaman anladım ki, onun proletarya diktatörlüğü anlayışı, devrimci bir azınlık tarafından uygulanan Jakobin diktatörlüğü ile belirli bir akrabalıktan bağımsız değildi.
6. Fransız sosyalizminin tarihçisi Paul Louis şöyle yazar: “18 Mart, Paris’in taşra baskısına karşı bir isyan görünümü aldı.” *Histoire du socialisme français*, 2. baskı, sayfa 308.
7. Paris ve Lyon’daki Hébert Komünleri, siyasi terörün aşırı eylemlerini başlatmakla (Eylül infazları, Girondinlerin Konvansiyondan çıkarılması) ve şehirlerin kaynaklardan mahrum kaldığında köylerin ve taşra bölgelerinin küçük burjuvazisini yiyecek temin etmeye zorladığı “tüketicilerin komünizmi” önlemleriyle övülür. “Tedarik ordusu” seferleri Paris ve Lyon Komünlerinde başladı. Dönemin jargonunda “aristokrat” denilen çağdaş “kulaklardan” tahıl elde etmek amacıyla “fakir komiteleri” oluşturuldu. Fransız Devrimi’nin iki Komünü, burjuvaziye katkılar dayattı ve sanayi tarafından üretilen mal stoklarını devraldı (özellikle Lyon’da). Bu örgütlerden, konutların tahsisi, yoksulları aşırı büyük kabul edilen evlere zorla yerleştirme girişimleri ve diğer eşitlikçi önlemler çıktı. Eğer Lenin, Troçki ve Radek tarihsel benzerlikleri ararken geçmiş hakkında daha fazla bilgi sahibi olsalardı, Sovyetlerin soyağacını 1871 Komünü’ne değil, kendi zamanlarının kurumu ile çok benzer bir devrimci enerji ve güç merkezi olan 1793–94 Paris Komünü’ne bağlamaya çalışırlardı.
8. Engels, 6 Temmuz 1869 tarihli Marx’a yazdığı mektupta (Mektuplaşmalar, cilt IV, sayfa 175), Tridon’un *Les Hébertistes* broşüründen bahseder; burada yazar, Blanqui’nin o kanadının argümanını sunar:
“Paris’in Fransa üzerindeki diktatörlüğünün — ilk devrimin battığı kaya — basitçe yeniden üretilebileceğini ve farklı bir akıbetle karşılaşacağını varsaymak gülünçtür.”
9. Bugün (1918–1919), Rusya’daki Bolşevikler ve Batı Avrupa’da aynı karışıklığı görüyoruz; bunlar, proletaryanın sosyal özgürleşmesini gerçekleştirmesi gereken özel “siyasi form” ile ilgilidir. Bu kişiler için mesele, devletin bölgesel örgütlenmesini üreticilerin birlikleriyle değiştirmek olarak görülüyor. İlk başta, bu Sovyetler cumhuriyetinin özü olarak tanımlanmıştı. Bu ikame, bize aynı zamanda sunuluyor: 1. başarıya ulaşmış bir sosyalist rejimin işleyişinin doğal sonucu olarak ve 2. sosyal devrimin gerçekleştirilmesi için gerekli ön koşul olarak. Bu karışıklık, “Sovyet Devleti”nin yeni kavramına başvurularak çözülmeye çalışıldığında tüm sınırları aşıyor. Bu kavram, proletaryanın örgütlü şiddetini somutlaştırması ve bu kapasitede, tüm devlet biçimlerinin “solmaya” hazırlanması için zemin hazırlaması gereken bir şey olarak düşünülüyor. Ancak aynı zamanda, prensip olarak, devlete karşı olması gerekiyor. Paris Komünarları da aynı şekilde düşünüyorlardı. 1871 Komünü-Devleti’nin herhangi bir devlet biçiminin tam tersi bir ilkeye sahip olduğunu hayal etmelerine izin verdiler, oysa gerçekte, İsviçre kantonları tarzında işleyen basitleştirilmiş modern demokratik bir devleti temsil ediyordu.
10. Elbette, Lenin de Eduard Bernstein’in kitabı hakkında çok yazdı, fakat bu “sapmayı” düzeltmek zahmetine katlanmadı.
11. Lenin’in söylediğini hatırlayalım: Eğer 200.000 mülk sahibi kendi çıkarları doğrultusunda geniş bir bölgeyi yönetebiliyorsa, 200.000 Bolşevik de işçiler ve köylüler lehine aynı şeyi yapardı.
Bir yanıt yazın