Derrida’nın Kılıcı

Postyapısalcı ekolden gelen filozoflar, subjektifliğe yaptıkları vurguyla bize adeta yersizyurtsuzlaşmış, yaratıcı bir boşluk bırakmıştır. Platonla başlayan, Aristoteles felsefesinde pik yapıp bütün bir İslam ve Hristiyan felsefesini kendi müridi haline getirip ,ardından ise kartezyen özne terapisine maruz kalarak direksiyonunu vahiyden, akla yönelterek bütün herkesi bir çeşit ‘’idollerden’’ arınma illüzyonuna yönelten ama şeylere yöneltilmiş kesin ve holistik kavrama fetişine bir türlü son verememiş, bir ‘’Batı Metafiziği’’ ve onda bir çeşit uyuşturucu bağımlılığına dönmüş bir ‘’ikili zıtlıklar’’ kategorizasyonu. Bu ikisinin işbirliği Himmler ve Hitler koalisyonu gibidir. Felsefe tarihini meta anlatılarla doldurmuş Aristotelesçi töz ve öz ikilisi fokus alanını daha aşkın ve kendinde olan bir tine yöneltmiş, öyle ki bu tin kendisine ,sağolsun, filozoflar tarafından verilen aşırı pohpohlama tarafından fazla şımartılmış olacak ki her yapılan ontolojide kendisinin merkezde olmasını isteyip genişlemiş ve bir çeşit leviathan canavarı gibi doymak bilmemiş, bu merkezde olma takıntısıyla sayesinde yaratıcılık kendini yitirir olmuş, ancak daha sonra kendini yeniden gerçekleştirmesini Postyapısalcıların daha edimsel olan okur merkezli görüşlerine borçlu olmuş, ve sadece felsefe değil buradan sanat da nasibini almıştır böylece casus edebiyatımız kendini daha da güçlendirme durumuna girmiştir nitekim tahakküm ve onun rasyonalizasyonun olduğu yerde onun lineerliğine bir başkaldırı gerekecektir ve bu başkaldırıyı bu tür eserler, içlerinde okuyucuya bırakılmış boşluklarla sırtlamıştır adeta.
Bu okurun özgürleşmesinde, Derrida’nın karşı bedenlere dönüşmemize yardımcı olacak olan şey; kedi köpek gibi kavga eden bir tanesi ‘’öz’’ diğeri de ‘’üvey’’ evlat olan yani ‘’söz’’ ve ‘’yazı’’ dan başkası olmayan iki kardeşi daha tam olgunlaşmadan ahlak vaizi anne ve babalarından alıp onları yapışık ikizler haline getiren bahsi yukarıda geçen filozofun felsefesi: İşte buydu okura ‘’zincirlerinin üzerine işe’’ diyen felsefe.
Beckett’ın Eşliği

Okurun özgürleşmesi kendisi için de mühim olan bir diğer abimize ya da babamıza ya da dedemize ,artık kaç yaşında verilen mesajı yorumladıysanız işte, Samuel Beckett’a yönelelim; O bu bahsedilen düzen töz,akıl gibi üstte tutulanlara lanet etmiştir daha farklı deneysel bir şey istemiştir, bu yüzden de kendi minimal üslubuyla Derrida’ya çaktığı minik selamları eserlerinde görmemek imkansız kalıyor, kendisi de edebi anlamda bir casustur ama pek tabii bir gerilla gibi de değildir. Başkaldırır desek de entelektüel veya dini yapıya başkaldırır praksisi de dışta bırakır. Onun için en iyi pratik pratiksizliktir. Özellikle son eserleri olan ‘’Solo’’ ‘’Beşik’’ ‘’Ohio Doğaçlaması’’ ve en önemlisi Derrida ile olan ilişkisi bağlamına da ağırlık vereceğimiz ‘’Bu kez’’ ‘de bize adeta ‘‘bok gibi bir absürtlüğün içinde gırtlağınıza kadar ardı kesilmeyen sorularla boğuluyorsunuz da bir şey olduğu yok işte, o yüzden tanrı baba (ya da Godot babamız) bizi bıraktı gitti diye salya sümük ağlamayın da o kıçınızın üstüne oturun ve sefilliğinizi sağa sola çatmadan uslu bir şekilde kabul edin’’ der. Yani Nietzche’nin dediği gibi üst insan olmanıza gerek yok değerleri mi öldürdünüz? Oh ne güzel! Değerlerle birlikte kendi ölümünüzü de beklediniz mi tamdır. Tabii bu nedenle ilinti olabileceği göz önüne alınırsa Beckett’ın öyle politik taraklarda da işi olmaz: Gidip bir politika konuşmak isteseniz ‘’Ulan zaten ömrüm, bu politikacıların yeryüzünün denizlerle kaplı olmayan parçalarına atfettiği teolojiler yüzünden 2 adet dünya savaşı görmüş, daha da ne politikası konuşacağım?!’’ der, büyük ihtimal suratınıza tokatı yapıştırır gönderir sizi.
Casusluk ve Ortaklık
Ama biz yine de okurlar olarak bütün bu falsolarına rağmen ona bizim özgürleşmemize katkı sunan casuslardan olduğu için şükran borçluyuz, peki nereden geliyor bu İrlandalının ‘’casusluğu’’? Derrida’da da bahsettiğimiz gibi bu isimler casustur çünkü literal anlamda çıkış yolu isterler. Batı metafiziği ve onun başta bilim olmak üzere dilde,sanatta felsefe’de ve birçok displinde izdüşümü olan ‘’ikili karşıtlıkları’’ sevmezler. Ses ve sözü barıştırmak isterler. Peki nedir buradaki amaçları: Ses’e atfedilen tarihsellik ve onunla gelen ontolojiyi yıkmak, Platonun idealarıyla başlayan ve bilinçteki yapıların dolayımsız olarak dışsallaştırılmasından kaynaklandığı varsayımıyla söz’e atfedilen öncelik ve onun anti tezi olarak sunulan ses’in dışlanması, çünkü güya ne kadar da yüce idelerin kendini sunumu olsa da zihindeki bu kategoriler o kadar narinmiş ki bir, iki kas hareketi bile yetiyormuş tamlığını kaybetmelerine, ÇELİŞKİYE BAK!!!
Bu Kez Beckett Ya Da Derrida
Beckett da Derrida gibi bu hiyerarşiye ‘’Bu kez’’ oyununda cephe alıyor. Oyunda tek bir karakter var ve bu karakterin deneyimindeki üç farklı zaman periyodunda gerçekleşen ve birbirini spiral bir şekilde izleyen üç farklı monolog yer almaktadır. Burada aslında bizi karşılayan şey, farklı iktidar sembol ve dil alanlarına bütün bir hayat boyunca karışmış ve bunların diyalektiğinden bir türlü kurtulamamış parçalı bir beden, hatta bir nevi Deleuze’ün asamblaj metafiziğinde öne sürdüğü toplama bir makine. Bu karakter varlığını bir ‘’dinleyici’’ olmaya veriyor ve kendini A B C olmak üzere üç farklı sesin takdirine teslim ediyor; bu 3 farklı ses karakterin hayatının farklı periyodlarının kendi parçalı bedenindeki veya parçalı zihnindeki düşünceledir., Geldik şimdi Batı Metafiziğindeki ses merkezciliğe Beckett abimizin nereden darbeyi indirdiğini anlamaya: Bu sesler bir düşünceyi temsil ediyor ve bu düşünceler bir akış halinde, aralarında bir düzen yok, zaten Beckett abimiz, düzenin getireceği baskıyı ve biyoiktidarı bize ‘’Felaket’’ismli eserinde, kendini yönetmenin tahakkümünden kurtaramamış yardımcının, tahakkümlere karşı az da olsa kendisiyle beraber yok etmek istediği libidinal sözlerini aktarıp aktarmama arasındaki ikilemi tarif eden, iki dudağının ucundaki duraksamalarda görüyoruz. Tamamen verili bir rastgelelik halinde aktörlerin ve aktrislerin rollerin değiştirdiği birbirlerinin karakterlerini aldığı bir film gibi her zaman biri diğerini önceliyor, bazen A, B ve C’den önce, bazen B, A ve C’den bazen de C, B ve A’dan önce geliyor. Yani bir öncelik olmadığı gibi bir hiyerarşi de yok yazar bütün seslere eşit imkan tanıyor ve bu çok seslilik ortamında düşünceler arasındaki hudutların muğlaklaşması kesinleşiyıor, böylece yazar, batı metafiziğini dolaylı yoldan nakavt ediyor, ama nasıl? Seslere kendi öz kimliklerinin verildiği birer özne haline getirildiği, diğerlerinden soyutlandığı ve kendi içindeki differansiyelliği reddedişiyle meydana gelen bir birey olarak ‘’düşünce’’ oluşumu. Ancak, oyunda böyle bir durum söz konusu dahi değil. Düşünceler tam değil hepsi kaotik bir şekilde birbirini sıralıyor ve kompleks bir dizge oluşturuyor yazarın üslubundaki gramer bile bunu iletiyor düşüncelerdeki cümlelerden birinin öznesi diğerinin yüklemi haline geliyor bu katastrofik ortamda düşünceler daha tam oturmadan diğer düşüncenin istilasına uğruyor ve bu diyalektik bir biçimde hiç sonuca varmadan sürüyor, işte muğlaklık burada! Ve bu muğlaktır ki ses merkezciliğin, tam rayına oturmuş ve soyutlanabilir bağımsız bir birey olarak ‘’düşünce’’ kavramına esas darbeyi indiren kısım ve ne garip bu muğlaklık olduğu gibi bir akış halinde verilmiş herhangi fizyolojik bir dolaylama da yok demek ki dolaylama da olmasa bu düşünceler rayına hala giremeyip diğer düşüncelerle olan komplike ilişkisine devam ediyormuş.
Sessizlik
Beckett bize sessiz olmayı salık verir, çünkü bundan başka çaremiz yoktur, absürt bir dünyada yaşıyoruz dünya pozitivistlerin bize yalanı olan mekanik bir dünya değil, her şeyi neden sonuç ilişkisi üzerine açıklayamıyoruz hatta hiçbir şeyi açıklayamıyoruz, ya da açıklasak bile ondan bile emin olamıyoruz tanrı, değerler, ahlak her şey kendini yitiren bir devalüasyonun ninnileri eşliğinde uykuya dalıyor insan varoluşu ve iletişimi bir sınırla karşılaşıyor bu sınırı esas dil kurgusunun kendisinde görüyoruz dil artık her şeyi açıklayabilen yüce bir mekanizma olmaktan çıkıyor kendi içinde büyük çelişkiler barındıran bir yapıya dönüşüyor, Saussure’ün ‘’signifier’’ ‘’signified’’ ikiliği yerine bütün bunların mevcudiyetini, ‘’ différence’’ kavramı ile birlikte tahakkümün bir çeşit hayaletine indirgeyen bir belirsizlik, bir diğer deyişle, modern insanın anlama asla ulaşamadığı o kriz, ve Beckett nezdinde bu krizi altüst etmenin tek yolu sessizlikten başka bir şey değildir. Beckett, sessizliği varoluşsal bir boşluk olarak da ele alır. Karakterler, genellikle varlıklarını anlamlandırmaya çalışırken sessizliğe başvururlar. Bu sessizlik, hem bir rahatlama, hem de bir çaresizlik ifadesidir. Yani bu belirsizliği kucaklama ve bu belirsizliğin belki de tek kurtuluş yolu olarak ölüme sarılmadır. Oyunda da kendini açımlayan bu düşüncedir aslında: A ile B sürekli olarak bütün bu belirsizliğe rağmen hala bir umut ararken yaşlılığın ve olgunluğun simgesi olarak karşımıza çıkan C artık sessiz olmamız, anlamla ne kadar oyalansak da ne kadar kendimize sorular sorsak da bir yere ulaşamayacağımız gerçeğini kabullenmemiz ve kendimizi bu belirsizliğin dehlizlerinde kaybetmemiz gerektiğini söyler.
‘’kütüphane işte bir başka yer bir başka kez bu kez kayıverdin içeri sokağın soğuğundan ve yağmurundan korunmak için bakan kimse yokken bir şey vardı orada ve ondan sonra sen aynı olamadın kısacası varlığını yitirdin tozla ilgili bir şeydi bu sana tozun anlattığı bir şey sayfanın üzerinde hiç ses çıkarmadan eğilmiş bulunduğu büyük yuvarlak masaya oturunca sessizlik içinde’’
Bir yanıt yazın